FERMÂN VE BERÂTLAR
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti’nden devraldığı zengin arşiv mirasıyla dünyanın en önemli arşivlerinden birisine sahiptir. Geniş bir coğrafyada altı yüzyılı aşkın süre ile ayakta kalmış, çeşitli toplumları barış içinde bir arada yaşatmış Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiş zengin arşiv malzemesi, yalnız Türkiye’nin değil, bağımsız devletler kurmuş Orta ve Yakın Doğu, Balkan, Akdeniz ve Afrika ülkelerinin millî ve ortak tarihlerinin tesbiti ve yazılmasında başvurulacak otantik değerde kaynak niteliğindedir.
Osmanlı Arşivi’nin önemli özelliklerinden bir tanesi de tarihî, siyasî, ekonomik vb. konular yanında kültürel, estetik ve sanatsal değerleri de içerisinde barındırmasıdır. Arşivlerimiz bu yönüyle de millî kültürümüz, millî kimliğimiz ve estetik zevklerimiz açısından çok zengin bir kaynaktır.
Bir dönemi en iyi yansıtan unsurlardan birisi de muhakkak ki, o dönemin sanat eserleridir. Sanat eseri, her dönemde insan düşüncesinin ve zevkinin, soyuttan somut hale dönüşmesidir. Sanat bu yönüyle, bir toplumun içinde yaşadığı dönemin de aynasıdır.
Türk sanatının önemli materyallerinden olan, bir yazma ciltte, bir hatta, bir tezhibte hala hayranlıkla seyredilen sanat kudretini ve ifade tonunu, estetik bir olgunluğa erişmiş ince ruhta aramak gerekir. Bugün, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin en önemli koleksiyonlarından birisi olan “Müzehhep Fermanlar Koleksiyonu” da böylesi olgunlaşmış estetik zevkin ve ince bir ruhun ürünüdür. Bu fermanlar, döneminin çok önemli olaylarını, konularını ihtiva etmekle kalmaz, beraberinde, döneminin sanat kudretini ve ifadesini, üslubunu, zevkini, asaletini ihtişamla ortaya koyar.
Türk kültür ve sanat değerlerini, bu arada Osmanlı Arşivlerini de tanıtmak maksadıyla söz konusu fermanlardan bir demet seçilerek, genişletilmiş olarak yeniden yayınlanmaktadır. Osmanlı fermanlarının yayınlanmasıyla, Osmanlı döneminin hukukî, siyasî, ekonomik, kültürel değerlerinin yanısıra, bu dönemin sanat anlayışı, Osmanlı arşiv belgelerinin özellikleri, Osmanlı diplomatiği ve dolayısıyla Türk arşivciliği de yerli ve yabancı bilim çevrelerine tanıtılmış olacaktır.
Türk tarihinin önemli materyallerinden olan ferman, berât ve tuğra hakkında aşağıda verilen kısa açıklamalar eserle ilgilenenlere yardımcı olacaktır.
Ferman
Farsça buyurmak, emretmek mastarından türetilen ferman kelimesi sözlükte emir, emirnâme, buyruk, hükümdar alâmeti gibi anlamlar ifade eder1. Terim olarak ferman, yapılması gereken bir iş, ifa edilmesi gereken bir görev için hükümdar tarafından verilen ve hükümdarın tuğrasını taşıyan yazılı emirdir2.
Fermanlar umumiyetle hükümranlığın ve saltanatın bir nişanesi olarak, altın yaldız ve muhtelif renk ve motiflerle süslenmiş oldukları gibi, süs ve yaldızdan uzak, sade de olabilirler.
Bir ferman metni incelendiğinde, şu önemli unsurlar göze çarpar:
a. Davet (duâ) formülü fermana başlanırken en üstte yer alan ve “Allah’ın adıyla” işe başlanıldığına dair bir yazıdır ki bu yazı, fermanlarda genellikle “hû” veya “hüve” şeklinde yazılmıştır. Formül sadece fermanlarda değil, genellikle, diğer belgelerde de bulunmaktadır. Bu formül bazen açıkça yazıldığı halde bazen de tezhibin içinde saklanmıştır.
b. Metinde ferman sözünün belirtilmesi,
c. Kendisine ferman verilen veya gönderilen şahsın, sosyal mevkiine ve vaziyetine uygun bir üslûpla hitap edilerek isminin ifade edilmesi,
d. Fermanın veriliş veya gönderiliş sebebi ile, yapılması gereken işin (emrin) açıkça yazılması,
e. Emredilenin yerine getirilmesinde, memurun başarıya ulaşması için dilek ve temenni, yani duâ,
f. Fermanın yazıldığı yer ve tarih.
Fermanların bir kısmı yazılarak ve üzerine hükümdarın tuğrası çekilerek gönderilir ki bunlara “emr-i şerif” denilir. Tuğranın sağ üst tarafına, umumiyetle müzeyyen bir çerçeve içinde, padişahın kendi el yazısı ile “Mûcebince amel oluna” ibaresi yazılır, gönderilen fermanlara ise “hatt-ı hümâyûnla muvaşşah” yani padişahın el yazısı ile süslenmiş ferman denilir.
Berât
Arapça asıllı bir kelime olup, yazılı kağıt, mektup anlamlarını ifade eder. Bir tarih terimi olarak berât, Osmanlı Devleti’nde bazı memuriyetlere tayin edilenlere, görevlerini ve yetkilerini belirten, padişahın tuğrasını taşıyan ve tayin emirlerini ihtiva eden belgelere denir. Aynı zamanda berâta “biti”, “berât-ı şerif”, “nişân-ı şerif”de denilir.
Bir berâtta, verilen görevin cinsi, yeri, geliri veya maaşı, verilenin ismi, niçin verildiği ve kendisinden ne istenildiği, kumandanlık, serdarlık veya diğer mühim bir vazife tevcihi için ise berât sahibinin salâhiyet derecesi belirtilirdi.
Berâtlar, tîmâr, iltizâm, muâfiyet, mukâtaa, mâlikâne, imtiyâz berâtları; beylerbeyilik, nişancılık, defterdarlık, vezirlik gibi memuriyetlerin berâtları; imâmet, hitâbet, ferâşet ve tabâbete mezuniyeti hâvi berâtlar gibi konularına göre isimlendirilirler.
Timâr berâtlarında, timâr sahibinin hüviyeti belirtildikten sonra tîmâr olarak verilen yerin sancak, kaza ve köyü, tîmârın nev’i, ne suretle verildiği (yeniden, mahlûlden, yahut da birinin üzerinden alınarak mı verildiği), yıllık hâsılât miktarı belirtilir ve berâtın bir hizmet karşılığı olarak verildiği yazılırdı.
İltizâm berâtlarında, berâtı alanların ismi, hüviyeti, iltizâmın hangi maksatla verildiği ve hangi tarihler arasında devam edeceği, iltizâm bedelinin taksit mikdarı ve müddetleri, iltizâmın ne suretle alınacağı ve idare tarzı açıkça ifade edilirdi.
Muâfiyet berâtları ise, berât sahibinin hangi vergi ve harçlardan muaf olduğunu gösterirdi.
Padişahlar değiştikçe bütün berâtlar değiştirilerek yeni padişahın tuğrası ile yeni berâtlar verilirdi. Bu durum, berâtlarda “tecdîd-i berât” ibâresi ile belirtilirdi.
Berâtlarda da, fermanlarda olduğu gibi belirli kısımlar vardır. Hemen ilk başta duâ cümlesi yer alır ki, bu cümle fermanlarda, sadece “hû” veya “hüve” gibi formül şeklinde yazılırken beratlarda, “Hüve’l-mü‘în”, “Hüve’l-ganiyyü’l-mugni’l-mu‘în”, “Hüve’llâühü’l-mu‘înü’l-fettâh”, Zikru’llâhi te‘âlâ a‘lâ” vs. cümleler yer almaktadır.
Tuğradan sonra ise nişan formülü yer alır ki, bu formül padişaha ait diğer belgelerde bulunmaz. “Nişân-ı hümâyûn oldur ki...”, “nişân-ı şerîf-i âlîşân-ı sultânî ve tuğra-yı garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki...” vs. formüller nişan formülü içinde sayılabilirler. Elkab, nakil, emir, tekîd, tarih ve mahall-i tahrîr ise beratın diğer rükünleridir3.
Tuğra
Tuğra, Türkçe’de kelime olarak padişahın ismini ihtiva eden özel bir işaret, padişahın imzası gibi anlamlar ifade eder.
Kelimenin aslı Oğuz lehçesinde “tuğrağ” olup, hükümdarın basılmış imzası demektir. Oğuz hakanları, Selçuklu sultanları ve nihayet Osmanlı padişahları tuğrayı kullanmışlardır.
Osmanlı belgelerinde kullanılan ve Arapça’da “remiz, imza” anlamlarındaki “tevkî” kelimesi ile keza Farsça’da yine aynı anlamlardaki “nişân” kelimesi, tuğra ile müterâdif olup, “tevkî‘-i hümâyun”, “tevkî‘-i refî‘”, “nişân-ı şerîf-âlîşân-ı sultânî” gibi tabirlerin hepsi de tuğra demektir. Ferman, berât, menşur vesair belgelerde kullanılan “alâmet-i şerîfe” tabiri de tuğrayı ifade etmektedir. Tuğrayı çekene “tuğrâî”, “tuğrakeş”, “tevkî‘î” veya “nişancı” denilirdi.
Tuğra belirli kısımlardan meydana gelmiştir. Padişahın kendisi ve babasının isminin yazıldığı kısma, taht, kürsü veya sere adı verilir. Buradan sola doğru uzanarak aşağıdan yukarıya doğru uzayan ve iç içe iki kavisten meydana gelen kısma ise, beyze veya sancak adı verilir. Beyzelerin ucundan devam eden ve tahtın sağ tarafına doğru uzayan paralel iki çizgiye de kol, hançer veya kılıç adı verilir. Tahtın üst kısmında yukarıya doğru birbirine paralel uzayan üç çizgiye ise tuğ veya flama denilir. Tuğların üst kısmından aşağıya doğru sarkan “s” şeklindeki üç çizgi ise zülfe diye adlandırılır. İlk devir tuğralarının bazılarında tuğların üzerinde küçük “vav” şeklinde “ötre” harekesine benzeyen işaretler görülmektedir ki, bunlara vasla denilir.
Kürsü veya sere olarak tanımlanan taht kısmı, Osmanlı tahtını sembolize eder, üstünde de daima muzaffer olan sultanın adı yazılmaktadır. Sağ tarafa doğru uzanan kılıç, kuvvet ve kudretin sembolü ve üst tarafta yer alan tuğlar bağımsızlığı simgelemektedir.
Zülfelerin ucu ve sancağın tuğranın sol tarafına açılması ise, rüzgarın doğudan batıya doğru estiğini simgelemektedir4.
Tuğranın büyük Selçuklulardan Memlûklülere geçtiği söylense de, Memlûklülerin kullandıkları tuğralar kavisli olmayıp düz satırlar üzerine yazılmış cümleler halinde olup kelimelerdeki keşidelerin fazla uzatıldıkları ve çokluğu ile dikkat çekmektedir5.
Bilinen şekliyle tuğra, ilk defa Orhan bey tarafından kullanılmıştır. Daha sonra tuğralar şekil itibarıyla hep gelişme halindedir. İlk tuğralarda, hükümdarın ismi ile babasının ismi yer almaktaydı: Orhan bin Osman, Murad bin Orhan, Emir Süleyman bin Bayezid gibi. Yıldırım Bayezid zamanında baba adından sonra “han” sıfatı da ilave edilmiş ve II. Murad’dan itibaren “muzaffer dâima” eklenmiş olup, II. Mehmed’den sonra ise “el-Muzaffer dâima” duâ cümleri de tuğralarda yer almıştır. Yavuz Sultan Selim’den itibaren de “han” kelimesinin yanı sıra padişah isimlerine “şah” kelimesi ilave edilmeye başlanmıştır. III. Ahmed’den sonra bu kelime terkedilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde, padişahların isimlerini ihtiva eden tuğra, arma olarak kullanıldığı gibi, berât ve fermanlarda, zamanla sikkelerde, resmî âbideler, posta pulları ve damgalı resmî evrak ile kontrol damgası olarak da altın ve gümüşten mâmûl eşya üzerine basılmak suretiyle yaygınlaştırılmıştır6.
FERMÂN VE BERÂTLARDA TEZYÎNÂT
Fermân ve beratların tezyînâtı, dönemlerinin nakış üslubunu yansıtması, tezhîb sanatını günümüze taşıması ve yüzyıllara göre üsluplardaki değişim ve yenilikleri göstermesi bakımından büyük önem taşır. Bir fermânda, tezyîn edilen kısımlar, şöyle sıralanır.
1. Tuğra: İlk zamanlarda siyah mürekkeple çekilen tuğra, Fatih döneminde altın mürekkeple çekilmeye başlanmış ve II. Beyazıt döneminde, beyzeleri tezyîn edilmiştir. Bu tezyînâtta sıvama altın halkâr ve klâsik tezhîb, bezeme özelliği olarak dikkat çeker.
Onaltıncı yüzyıl tuğralarında, klâsik dönemin bütün ihtişamını görmek mümkündür. Lâcivert ve altının dengeli uyumu, Nakkaşbaşı Kara Memi’nin çiçeği adı anılan bahçe çiçekleri, Çin bulutu, saz yolu motifleri, negatif teknikle boyanmış motifler, Haliç işi denilen helezoni bezemeler ve rûmî kompozisyonlar, dönemin nakış özellikleri olarak tuğralara yansımıştır.(Örneğin, Kanunî, II. Selim, III. Murad tuğraları). Yüzyılın sonuna doğru tuğranın harf boşluklarındaki süsleme, dışarı taşmış ve yukarıya doğru üçgen biçimi alarak yükselmiştir. Selviden mülhem bu form, (hayat ağacı formu) bazı değişikliklere uğrayarak ondokuzuncu yüzyılın ortasına kadar devam etmiştir. Genellikle Haliç işiyle bezenen formun içi, daha sonraki dönemlerde, halkârî ve şikâf tarzında bezenmiştir. Tuğranın harf boşluklarına ise genellikle, klâsik tezhîb, halkâr, Haliç işi, negatif bezeme ile nadiren de olsa şebekî ve harşefî tezyînât yapılmıştır.
Onyedinci yüzyılda ise lâcivertin canlılığını kaybetmesi, altın zeminlere iğne perdah yapılması ve kompozisyondaki gerileme, tuğra tezyînâtında da görülmektedir. Yüzyılın sonuna doğru başlayıp, onsekizinci yüzyıl başlarında yoğun olarak hissedilen batı etkisindeki gölgeli çiçek boyamalarının güzel örneklerini, fermânlarda da görmek mümkündür. (bkz. Ferman no: 61, 64/1, 68/1,) Yine, bu dönemde saz üslubunun yeniden canlanması, gümüşün kullanımı, natüralist çiçekler, stilize selviler ve ay yıldız motifi tuğra tezyînâtında karşımıza çıkmaktadır. On sekizinci yüzyılın sonuna doğru başlayıp, ondokuzuncu yüzyılda devam eden Türk rokokosu bezemenin en güzel örnekleri II. Mahmud tuğralarının tezyînâtında görülmektedir. Ayrıca tuğra formu, Tuğrakeş Mustafa Râkım Efendi’nin eliyle bu dönemde zirveye ulaşmıştır.
Son dönem tuğralarında ise, iki renk altın ile yapılan arma, ay-yıldız, güneş ışınları, rokoko çiçekler ve rokoko bordür, bezeme unsurları olarak sayılabilir.
Tuğralar her zaman tezyîn edilmeyip, bazen sade bırakılmıştır.
2- Yazı Üzeri: Zerefşân ile tezyîn edilir. Celî dîvânî yazılara lâlefşân, mavi ve siyah serpme de yapılır. Bazen harfler üzerine, altın noktalar konulduğu görülmüştür.
3- Yazı Araları: Beyne’s-sutûr da denilen bu kısım, altın noktalar, rokoko motifler (bkz. Ferman no: 654/1), ay-yıldız (bkz. Ferman no: 628), zerefşân ve halkârî (bkz. Ferman no: 254) ile tezyîn edilir.
4- Duâ Cümlesi: Genellikle, altın noktalar ve zerefşân ile müzeyyendir.
5- Mahall-i Tahrîr: Halkârî, altınlı negatif motifler, zerefşân ve altın noktalarla tezyîn edilmiştir.
6- Hatt-ı Hümâyûn: Genellikle, serlevha (iklîl) tarzında tezhîblenir. Tezhîbi klâsik tezhîbdir. Pervazlarına, geçme ve kurtçuklar yapılır. Bazı fermanlarda ise, dönemin sanat özelliklerini yansıtan bezemelerle çerçeveye alınan hatt-ı hümâyûn, tuğra tezhîbinin bazen içinde, bazen de dışında yer almıştır.
7- Boşluklar: Tuğra bezemesi ile yazının haricinde kalan kısımlar, ilk dönemlerde boş bırakılmıştır. Hatt-ı hümâyûn tezhîbi, bazen bir gül dalı veya çiçek buketi, şikâf veya halkâr bezemeli saz motifleri, rokoko çiçekler, ay-yıldız ve arma gibi motifler, boş kısımların tezyînâtında kullanılmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda ise ferman kağıdına, halkârî veya Türk rokokosu bezemeler yapılmıştır. Nadiren de olsa, 684 numaralı fermanda görüldüğü gibi, bütün yüzey tezhîblenmiştir.
İngilizceye yapılan terdcümede, fermanlarda ve tezyînâtla ilgili açıklamalarda geçen unvan, makam ve terminolojilerin karşılığı bulunmadığından, bunların tercümeleri tefsîrî olarak yapılmıştır. Mesela “müderris = The doctor of theologie” ve “Ravza-i Mutahhara = The tomb of prophet”da olduğu gibi.
Osmanlı Divan Teşkilatı
OSMANLI DEVLETİNDE DİVAN TEŞKİLÂTI
OSMANLI DEVLETİNDE �DEVLET YÖNETİMİ�
OSMANLI MERKEZ TEŞKİLÂTI
Kuruluş dönemi Osmanlı Devleti'nde yönetim, eski Türk töresindeki aşiret usûllerine göre uygulanıyordu. Bu mânâda memleket, ailenin müşterek(ortak) malı sayılıyordu. Bununla beraber hükümdar, önemli konularda tek başına karar vermeyerek bir kısım devlet adamının fikrine de müracaat ediyordu. Bu fonksiyon, daha sonra adına "Divan" denecek meclis (bir çeşit bakanlar kurulu) tarafından yerine getiriliyordu. Başlangıçta vezir-i âzam ve vezirler, hükümdarın birinci derecede yardımcıları idi. Her şey belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu. Fâtih dönemine kadar örfe(yazılı olmayan kanun, töre) dayalı olan bu sistem, Fâtih'le birlikte yazılı kanun haline getirilmiştir. Bununla beraber, devletin genel kanunları dışında, her kaza ve sancağın ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunları vardı.
Îdarede bütün yetki padişahın ve onu temsilen divanın elinde toplanmıştı. Bu durum, mutlak bir merkezî otoriteyi ön plâna çıkarmış oluyordu. Bu da devlete merkeziyetçi bir karakter kazandırıyordu. Çünkü, daha kuruluştan itibaren hükümdarlar, merkeziyetçiliğe giden bir yol tutmuşlardı. Bu bakımdan bütün tayin ve aziller(görevden alma), merkezin bilgisi altında yapılıyordu. Merkezin en önemli karar organı da "Divân-i Hümâyun" denilen müessese idi.
Divân-ı Hümâyun padişahın divânıdır. Divân-ı Hümâyun geniş anlamıyla bir kuruldan daha öteye uzanır. Osmanlı yönetim dilinde, Divân-ı Hümâyun aynı zamanda bu kurula bağlı olan kalemleriyle yani bürokratik örgütüyle devletin en büyük organını belirtiyordu. Dar anlamıyla Divân-ı Hümâyun, çeşitli devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı bir kuruldur .
DİVÂN-I HÜMÂYUN
İslâm dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan divân teşkilatı, daha sonra değişik şekil ve isimlerle gelişip devam etti. Osmanlı döneminde bizzat padişahın başkanlığında önemli devlet işlerini görüşmek üzere toplanan divâna; "Divân-ı Hümâyun" denirdi.Bugünkü Bakanlar Kurulu gibi çalışan Divân-ı Hümâyun önceleri Divanhane'de toplanırken, Fatih zamanında Topkapı�da; Kanûnî zamanında ise, Kubbealtı denilen yerde toplanmaya başlamıştır. Bu müessesenin, devletin ilk yıllarında nasıl geliştiğine dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak araştırmacılar bu müessesenin daha Osman Gazi zamanında ortaya çıktığını kaydederler. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya çıkan divanın bir benzeri olmalıdır ki, pek fazla bir gelişme göstermemiştir. Babasının yerine geçip Bey ünvanını alan Orhan döneminde, divanın varlığı artık kesinlik kazanmış görünmektedir. Hatta Âşık Paşazâde�nin, Orhan Bey zamanında, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarının (divan üyeleri) burmalı tülbent, yani bir çeşit sarık sarmalarını emrettiğini söylemesi, onun divan erkânı için bir kıyafet tespit ettiğini göstermektedir. Osmanlı divanı, daha sonra gelen hükümdarlar vâsıtasıyla bir hayli geliştirilerek devletin en önemli organları arasında yer alacaktır.
Divân-ı Hümâyun deyimi Fatih döneminde kullanılmaya başlanmıştır.
XV. yy sonlarından itibaren Divân-ı Hümâyun bürokrasisi daha da gelişmiş, XVI. yüzyıldan itibaren klâsik yapısına kavuşmuştur. Divân-ı Hümâyun II. Bayezid ve I. Selim dönemlerinde gelişimini sürdürmüş, Kânûnî Sultan Süleyman döneminde tam kurumsal yapısına kavuşmuştur . Bu dönemden sonra bir müddet durumunu korumuş olan Divan-ı Hümayun XVII. yy ortalarından itibaren fonksiyonları azalmaya başlamış XVII. yy sonlarına doğru devlet işleri vezir-i âzam divanında görüşülmeye başlanmıştır.Sultan II. Mahmut döneminde ve 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine "Divân-ı Hümâyun" tabiri de kaldırılarak yerine "Meclis-i Vükelâ" veya "Meclis-i Has" denmeye başlamıştır. İşlevlerini kaybeden Divân-ı Hümâyun sembolik olarak da olsa devletin yıkılışına kadar devam etmiştir.
İlk dönem Osmanlı divanının çok sade ve basit olduğu tahmin edilebilir. Öyle anlaşılıyor ki bu ilk divan, uç beyliği zamanındaki şeklini az çok muhafaza etmişti. Divan heyetinde, Osmanlı beyinin kendisinden başka bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan şehrin kadısı, beyliğin malî işlerini idare eden nâib veya defterdar gibi az sayıda üye vardı. Zaman zaman, bey yerine icâbında orduyu kumanda eden şahıs olarak sahnede Osmanlı beyinin oğlu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan kuruluşunun uç beyliği divanının modeline göre olduğu hakkında bir kanaat vermektedir. Fakat Selçuklu Devleti tamamen yıkılıp Moğol nüfuzu da sarsılmaya başlayınca müstakil bir devlet olma yolunu tutan Osmanlı Beyliği�nde, divanın gittikçe Selçuklu divanı modeline benzer bir mâhiyet kazandığı görülür.
Orhan Bey zamanında müesseseleştiği görülen divanın üyeleri için, artık resmî bir kıyafetin tespit edildiği görülür. Divan toplantıları, Sultan I. Murat, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmet ve II. Murat devirlerinde de devam etmişti. Yıldırım Bayezid, halkın şikâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çıkardı. Herhangi bir derdi ve sıkıntısı olanlar orada kendisine şikayette bulunurlardı. O da bunların problemlerini derhal çözerdi.
Divan, Orhan Bey zamanından, Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanırdı. Toplantılar sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam ederdi. XV. asrın ortalarından sonra (Fâtih dönemi) toplantılar haftada dört güne (Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı) inmiş, Pazar ve Salı günleri de arz günleri olarak tespit edilmişti.
Divan, hangi din ve millete mensup olursa olsun, hangi sınıf ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadın erkek herkese açıktı. İdarî, siyasî ve örfî işler re'sen(başlı başına, müstakil), diğerleri de müracaat, şikâyet veya görülen lüzum üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle incelenir ve değerlendirilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, vali ve askerî sınıftan şikâyeti bulunanlar, vakıf mütevellilerinin haksız muamelelerine uğrayanlar vs. gibi davacılar için divan kapısı daima açıktı. Divanda önce halkın dilek ve şikâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet işleri görüşülüp karara bağlanırdı. Divân-ı Hümâyundan çıkan kararlara "hüküm" adı verilirdi. Hükümler, ahkâm defterlerine sıra ile yazılırlardı.
Divanda idarî, askerî ve örfî işler vezir-i âzam, şer'î ve hukûkî işler kadıasker, malî işler defterdar, arazi işleri de nişancı tarafından görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye (gündeme) göre yapılırdı. Toplantı bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane, vezir-i âzamın mührü ile mühürlenip kapandıktan sonra çavuşbaşı, elindeki asasını yere vurarak divanın sona erdiğini bildirirdi. Divandan sonra Yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alınırdı. Ondan sonra kadı askerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arz ederlerdi. Bundan sonra da vezir-i azam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu. Bütün bunlardan sonra da padişahlar, vezir-i âzam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak bu usûl, Fâtih Sultan Mehmet döneminde kaldırılmıştı. Divan erkânından(üyeleri) başka o gün işleri için divana gelmiş bulunan halka da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin yemek verilirdi.
Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı Devletinde Divân-ı Hümâyun, devletin en yüksek organı özelliğini taşımaktaydı. Devlet başkanı olarak hükümdar, sık sık divan üyelerinin fikirlerini almak ihtiyacını hissediyordu. Bu durum, devlet idaresinin bir kişinin değil, bir kurulu teşkil eden üyelerinin fikirlerinden yararlanılarak en mükemmel şekilde yapılabileceğinin açık bir göstergesidir. Divanda, halk ile devletin bütün problemleri, özellikle tımar işleri ve önemli mevkilere yapılacak atamalar da görüşülmekteydi. Bu, yüksek memuriyetlere, hükümeti teşkil eden üyelerin fikirlerinin alınarak atamalar yapıldığına işarettir. Bir kurulun yapacağı atamaların ise bir tek kişinin yapacağı atamalardan daha isabetli olacağı bir gerçektir. Divanda son söz şüphesiz ki sultanındır. Ancak gördüğümüz gibi hükümdarın, vezirlerin mütalaalarını ve görüşlerini alması, daha doğrusu böyle bir ihtiyacı hissetmesi, devlet idaresinde iş birliği ve koordinasyonun ön planda tutulduğunu göstermektedir.
DİVÂN-I HÜMÂYUNUN ÜYELERI
PADİŞAH VEZİR-İ ÂZAM (SADRAZAM)1-Kubbealtı 2-Kadıaskerler 3-Defterdarlar 4-Nişancı Vezirleri Rumeli Anadolu Rumeli Anadolu Kadıaskeri Kadıaskeri Defterdarı Defterdarı (baş defterdar)Kuruluş dönemi Osmanlı divanı, her gün sabah namazından sonra padişahın huzurunda toplanarak görevinin gerektirdiği işleri yapardı. Divan toplantılarında üyelerden her birinin kendisini ilgilendiren vazifeleri vardı. Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri ile meşgul olurdu. Padişahı bir tarafa bırakacak olursak kuruluş döneminde divanda vezir-i âzam, kadıasker, defterdar ve nişancı gibi asil üyeler bulunuyordu.Bunların yanında vezir rütbesinde bulunmak şartıyla kaptan-ı derya ve yeniçeri ağası, yine merkezde bulundukları taktirde vezir rütbesi olan Rumeli Beylerbeyi de divan üyeleri arasında yer alabilmekteydiler. Şeyhülislam Divân-ı Hümâyun üyesi değildi; ancak kendisinden bilgi alınmak üzere divana çağrılabilirdi. Şimdi Divân-ı Hümâyun üyelerini kısaca tanıtalım.
VEZIR-I ÂZAM VE VEZIRLER(Kubbealtı Vezirleri)
Osmanlıların ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire "Vezir-i Âzam" denildi. Vezir-i âzam (bugünkü başbakan konumunda), padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili olduğundan, sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti. Ayrıca bütün işlerde birinci merci vezir-i âzamdı.
Vezir-i âzam, padişah fermanıyla atanır ve hükümdarın mutlak vekilidir. İcabında padişah adına Divân-ı Hümâyuna başkanlık ederdi.. O gelmeden divan toplantısı yapılamazdı. Herhangi bir sebeple divan toplantısına katılamayacaksa veya serdar-ı ekrem olarak ordunun başında bulunuyorsa, vekili olan "sadaret kaymakamı" Divân-ı Hümâyun toplantısına başkanlık ederdi.Pâdişahın elips şeklindeki altın bir mührü, vezir-i âzamlığın alameti olarak yanlarında bulunurdu. Vezir, devlet işlerinde bütün salahiyet ve mesûliyetlere sahip olduğu gibi bütün azil ve tayin işleri de onun isteği ve yetkisi ile olurdu. Bu dönemlerde, hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi âdet haline gelmişti.
Kanunnâme metinleri incelendiğinde vezir-i âzamlar, padişahın vekili olarak büyük ve geniş yetkilere sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir. Çünkü o, padişahı temsil etmekteydi. Vezir-i âzam (Kanunî döneminden itibaren) sadrazamlar, padişahın yüzük şeklindeki tuğralı altın mührünü taşırlardı. Vezir-i âzamların, diğer vezirlerden farkları "mühr-i hümâyun" denilen bu mühür ile olup hükümdarlık salâhiyetinin icrasına ve padişahın kendisini vekil ettiğine dâir bir delil olduğu için onlar bu mührü örülmüş bir kese içinde koyunlarında taşırlardı. Vezir-i âzamın görevden alınması veya ölümü halinde "mühr-i hümâyun" ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i âzam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi sûretiyle verilirdi.
Osmanlı Devleti'nde XVIII. asrın ilk yarılarına kadar yalnız devlet merkezinde bulunup divân-ı hümâyuna katılmakla görevli (bugünkü devlet bakanları konumunda)"kubbealtı veziri" veya "kubbenişîn" denilen vezirler vardı. Bunların sayıları(en fazla 7) pek fazla değildi. Kubbealtı vezirleri divanda kıdem sırasına göre otururlardı.
Fâtih Sultan Mehmet'ten itibaren hükümdarlar Divân-ı Hümâyun toplantılarına katılmayı terk edip, divan başkanlığını sadrazama bıraktıktan ve XVI. asrın ikinci yarısında bu toplantılar haftada dört güne düşürüldükten sonra hükümdarlar, kafesli bir pencerenin ardından divanı izler; arz odasında sadrazamın verdiği bilgi ve açıklamaları dinleyerek görüşmelerden haberdar olurdu.
KADIASKER (Kazasker)
Osmanlı Devleti'nde askerî ve hukukî işlerden sorumlu olan(bugünkü adalet bağanlığı gibi) kadıaskerlik teşkilâtı, gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmişe sahiptir. Hz. Ömer tarafından ordugâh şehirlerine tayin edilen kadılar, sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet taşıyorlardı. Bu sebeple, kadıaskerliğin Hz. Ömer tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Abbasîlerde de görülen bu mansıb (makam, rütbe) Harzemşahlarda, Anadolu Selçukluları� nda Eyyûbîler'de, Memlûklülerde ve hatta Karamanlılarda da vardı.
Kadıaskerlik, Osmanlı ilmiye teşkilâtı içinde önemli bir mevki idi. Kadıasker terkibindeki "asker" kelimesi, müessesenin özelliği açısından önem taşır. Zira, Şeyhülislâmlıktan takriben bir asır kadar önce (80 sene) kurulmuş olan müessesenin kuruluşunda devletin, asker ve onların ihtiyaçlarını karşılamada titizlikle hareket ettiğini göstermektedir. Bununla beraber, Divân-ı Hümâyun âzâsı olan kadıaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sınırlı değildi. Kadıaskerler aynı zamanda bütün sivil ve adlî işlere de bakıyorlardı. Onlar, belli seviyedeki bazı kadı ve nâiblerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan toplantılarında vezir-i âzamın sağında vezirler, solunda da kadıaskerler yer alırdı.
Fâtih Sultan Mehmet�in son senelerine kadar yalnız bir kadıaskerlik vardı. Hududların genişlemesi ve işlerin çoğalması yüzünden 1481 yılında biri Rumeli, diğeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrıldı ve Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etti.
Protokole göre daha üstün addedilen Rumeli kadıaskerleri ile daha aşağı bir mevkide bulunan Anadolu kadıaskerinin vazifeleri kanunnâmelerle belirlenmişti. Buna göre Anadolu'da bulunan müderris ve kadıların tayini, Anadolu kadıaskerinin, Rumeli'de bulunan müderris ve kadıların tayini de Rumeli kadıaskeri tarafından yapılmaktaydı. Görüldüğü gibi müessesenin görevleri, eğitim ve yargı teşkilatının idaresi, ordu ve askerî zümrenin gerek barış, gerekse savaş sırasında hukûkî ihtilaflarının (ayrılık) giderilmesi ve davalarının görülmesi şeklinde iki ana grupta toplanabilir.
Divân'daki davaları dinleyen kadıaskerler, Salı ve Çarşamba hariç olmak üzere her gün kendi konaklarında divân kurup kendilerini ilgilendiren şer'î ve hukukî işlere bakarlardı. Kadıaskerlerden her birinin tezkireci, rûznamçeci, matlabçi, tatbikçi, mektupçu ve kethüda olmak üzere yardımcıları bulunurdu. Ayrıca her birinin davalı ve davacıyı divâna getiren yirmişer yardımcısı bulunmaktaydı.
Padişah, sefere çıktığı zaman kadıaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padişah sefere gitmediği takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda şer'î muameleleri görmek üzere onların yerine "ordu kadısı" tayin edilip gönderilirdi. Aynı şekilde padişahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da padişahla birlikte gider ve akdedilen divân oturumlarına iştirak ederlerdi.
Bu müessese, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiş, Osmanlı hükümeti ile birlikte o da tarihe mâl olmuştur.
DEFTERDÂR
Defter ile dâr kelimelerinin birleşmesiyle oluşan "defterdâr" "defter tutan" demektir. Doğudaki Müslüman devletlerin "müstevfi" dedikleri görevliye Osmanlılar, defterdâr diyorlardı.Defterdâr, Divan-ı Hümayun'un aslî üyelerinden birisiydi ve Osmanlı Devleti'nin malî işleriyle ilgilenirdi. Defterdârlık bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı mânâsını gelir. Osmanlılar, XIV. asrın son yarısında ve Sultan I. Murat zamanında maliye teşkilâtının
temelini atıp onu tedricen(aşama aşama) geliştirmişlerdir. Buna bakarak Osmanlıların daha kuruluş yıllarından itibaren maliye işleri üzerinde önemle durdukları söylenebilir.
Fâtih Sultan Mehmet tarafından ilan ettirilmiş olan Kanunnâme-i Âl-i Osman ile diğer kanunnâmelere göre defterdâr, padişah malının (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir. Dış hazine ile maliye kayıtlarını ihtiva eden devlet hazinesinin açılıp kapanması defterdârın huzurunda olurdu. Başka bir ifade ile hazinenin açılmasında hazır bulunmak, defterdârın vazifeleri arasında bulunuyordu. Divân�ın aslî üyelerinden olan defterdâr, sadece salı günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla beraber, padişahın huzurunda okuyacağı telhîs(özet) hakkında daha önce vezir-i âzamla görüşür ve onun görüşünü ve onayını alırdı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlere olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkardı.
Genel olarak devlet gelirlerini çoğaltmak, gerekli yerlere harcamak ve fazla olanı da muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kuruluş yıllarında bir defterdâr varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin fethedilmesi ve ihtiyaçların çoğalması sebebiyle sayıları artırıldı. Bunlar, II. Bayezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdârı veya baş defterdâr ile Anadolu'nun malî işlerine bakan Anadolu defterdârı olmak üzere iki kişi idi. Sefer esnasında baş defterdâr(Rumeli Defterdârı) ordu ile gittiği zaman, Anadolu defterdârı onun yerine vekâleten bakardı.
Defterdârlar, kendilerini ilgilendiren malî işlerdeki şikâyetleri, Defterdâr Kapısı�nda kurulan divanda dinler ve gerek görülürse "tuğralı ahkâm" verirlerdi. Zaten kanunnâmeye göre kendilerine bu salahiyet verilmiştir. Her defterdâr, kendi dairesinden çıkan evrakın arkasını imzalardı. On yedinci asrın ortalarından itibaren bütün maliye hükümlerinin (tuğralı ahkâm) arkalarına kuyruklu imza koyma hakkı, baş defterdâra verildi. Bundan başka baş defterdâr, divan kararı ile malî tayinlere ait kuyruklu imzası ile "buyruldu" yazmakla birlikte bunun üst kenarı sadrazamın buyruldusuyla tasdik olunurdu. Defterdâr, sadrazama müstakil olarak yazdığı veya havale edilmiş bir muameleli kağıt üzerine cevap verdiği zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza koyardı.
Baş defterdâr rütbe ve itibarda "nişancı" gibidir.Padişahın malının vekili odur. Vezir-i âzam ise onun denetleyicisidir.Maliyeye ait davaları dinler. Maliye tarafından hüküm verirdi. Kanunnâmede belirtildiği üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdârların vazifeleri, sadece devlet hazinesini zenginleştirmek değildir. Onlar, devlet hazinesine haram malın girmesine engel olmak zorunda oldukları gibi yetim malı dahi sokmayacaklardır.
İcraat ve tahsilatta defterdârın icra memuru olarak emri altında farklı vazifeleri bulunan beş görevli bulunurdu. Bunlardan ilki, başbakıkulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur. Defterdârlıkta bunun bir dairesi olup emri altında bakıkulu ismiyle altmış kadar mübaşir vardır. Bunlar, hazineye borcu olup vermeyenleri hapis ve sıkıştırma ile tahsilat yaparlardı. Bu yüzden maliyeye borcu olanlar başbakıkulu hapishanesinde tutuklanırlardı.
İkinci icra memuru, cizye başbakıkuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanları takip eder. İltizama verilen cizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememiş veya yatırmamış olanları takip ederdi. Defterdârın üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere ilgilenen veznedar başıdır. Bunun da maiyetinde dört veznedar vardı. Baş defterdârın icra memurlarından dördüncüsü sergi nâzırı, beşincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine ile ilgili işlerin defterini tutuyorlardı.
Defterdâr tabiri, 1838 senesinde ilân edilen Hatt-ı Hümâyun gereğince terk edilerek yerine "Mâliye Nezâreti" tabiri kullanılmıştır.
NİŞANCI
Osmanlı devlet teşkilâtında Divan-ı Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nişan kelimesinden türetilmiş olan "Nişancı", ferman, berat, mensûr, nâme, mektup, ahidnâme(sözleşme), hüküm gibi devletin resmî evrakının baş tarafına padişahın imzası demek olan nişanı koyardı. Bu görevliye nişancı, muvakkî, tevkiî ve tuğraî gibi isimler de verilirdi.Nişancı ayrıca yardımcıları vasıtasıylaivanda yapılan görüşmelerin kayıtlarını tutarak Mühimme Defteri�ne(Divan Defteri) kaydetmek, Ferman, berat gibi belgeleri hazırlamak, Sadrazam ve padişah arasındaki ve dış ülkelerle olan yazışmaları hazırlamak, Tapu kayıt defterlerini tutmak gibi görevleri de üstlenmişti.
Osmanlı devlet teşkilâtında XVIII. yy. başlarına kadar önemli bir makam olan nişancılık, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı.
Bunun için Osmanlı Devleti'nin merkez teşkilâtı içinde önemli bir yeri bulunan divanın azalarından biri de "Nişancı" adını taşıyan görevli idi. Divan-ı Hümayun çalışmalarının hazırlanması ve yürütülmesi ile ilgili çok önemli bir görevi yerine getiren nişancı bizzat padişah tarafından atanırdı. Önemli hizmeti bulunmasına rağmen, nişancılığın Osmanlılar'da hangi tarihlerde kurulduğu kesin olarak tespit edilebilmiş değildir. Bununla beraber, bazı araştırıcılar bu kuruluşu Osmanlı Devleti'nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gazi dönemine kadar çıkarırlar. Çünkü, bu döneme ait fermanlarda tuğra bulunmaktadır. Kısaca nişancılığın Fâtih'ten önce mevcut olduğu, fakat Fatih zamanında tam anlamıyla geliştiği bilinmektedir.
Divan-ı Hümâyunda vezir-i âzamın sağında ve vezirlerin alt tarafında oturan nişancı, önemli bir hizmeti yerine getiriyordu. Nişancılar, görevleri icabı bazı özellikleri taşıyan kimseler arasından seçiliyorlardı. Nişancı olacak kimselerin inşa(güzel yazı yazma) konusunda maharetli olmaları gerekirdi. Görevleri icabı olarak inşa konusunda maharetli olmaları, devlet kanunlarını iyi bilerek yeni kanunlar ile eskiler arasında bağ kurup onları telif etme kabiliyetine sahip bulunmaları gereken nişancıların, ilmiye sınıfına dahil ve sahn-ı semân(üniversite) müderrisleri(hocaları)nden seçilmesi kanundu.
Nişancılar, XVI. asrın başlarından itibaren Divân-ı Hümâyunun kalem heyeti arasında, bu vazifeyi yerine getirebilecek olan reisü'l-küttâblardan seçilmeye başlanmıştır. Fâtih döneminde müesseseleşerek kurulduğunu gördüğümüz nişancılık, Osmanlı Divân-ı Hümâyunun dört temel rüknünden(gereğinden) birini oluşturuyordu. Fâtih kanunnâmesinde de belirtildiği gibi bu dönemde vezirlik, kadıaskerlik ve defterdarlıktan sonra en önemli vazife nişancılıktı.
Nişancı, Divân-ı Hümâyun üyesi olmasına rağmen, vezir rütbesine sahip ve hâiz değilse kanun gereği arz günlerinde padişahın huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nişancılığa tayin edildiği zaman bir defa padişahın huzuruna girip tayinlerinden dolayı teşekkür ederdi.
Nişancılık, XVI. asrin sonlarından itibaren yavaş yavaş önemini kaybetmeye başladı. XVII. asrın ortalarında nişancılık adeta kuru bir ünvan haline geldi. XIX. yüzyılın başlarına kadar ismen de olsa varlıklarını devam ettiren nişancılar, eski önemlerini tamamen kaybettiler. Bu sebeple nişancılık 1836 yılında tamamen kaldırılarak vazifeleri "Defter eminine" verilmiştir. Bu tarihten sonra önemli işlere dair fermanların üzerlerine Bâbıâlî, diğerlerine de defter eminleri tarafından tayin edilen ve tuğranüvis denilen memurlar tarafından tuğra çekilirdi. 1838'de tuğra-nüvislik görevi de kaldırılıp Bâbıâlî ile defter eminliği tuğracılığı birleştirildi. Böylece bu hizmetin Bâbıâlî�de görülmesi kararlaştırıldı.
Divân-ı Hümâyunda yukarıdaki asil üyelerin dışında şunlar da zaman zaman divan üyeliği yapmışlar divan toplantılarına katılmışlardır:
Rumeli Beylerbeyi
Beylerbeyi, hem askeri hem de idarî amir olarak bulunduğu eyalette padişahın temsilcisidir.
İlk beylerbeylik Orhan Bey zamanında ortaya çıkmış, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi olarak ikiye ayrılışının Çelebi Mehmet zamanında gerçekleştiği tahmin edilmekle beraber kesin tarihi bilinmemektedir . Rumeli Beylerbeyi daha kıdemlidir. Rütbeleri yükselince kubbealtı vezirliğine atanıyorlar ve Divan-ı Hümayun'un üyesi oluyorlardı. 1536 tarihinden itibaren vezirlik rütbesi olan Rumeli Beylerbeyi, Divan-ı Hümayun üyesi olarak merkezde bulunduğu zamanlarda divan toplantılarına katılmıştır. Bu tarihten önce Rumeli Beylerbeyi, Divan-ı Hümayun üyesi değildi .
Kaptan-ı Derya
Osmanlı Devleti'nde bahriye(deniz Kuvvetleri) teşkilatının en büyük amiri ve donanmanın başkumandanıdır. Denizciliğin gelişmesi ile vezirlik verilen kaptan-ı derya, Divan-ı Hümayun üyesi olarak, merkezde bulunduğu zamanlarda divan toplantılarına katılmıştır. Divan-ı Hümayun'da, kendisine havale olunan bahriye teşkilatı ile ilgili meselelerle ilgilenirdi.Bahriye teşkilatındaki tayinler, kaptan-ı derya tarafından yapılırdı. Önemli işleri vezir-i âzama arz ederdi. Bahriye ile ilgili işler için hüküm yazmaya ve tuğra çekmeye yetkisi vardı.
Yeniçeri Ağası
Yeniçeri ağası, yeniçeri ocağı ve acemi ocaklarından sorumlu tek kişidir. Yine divanda görevli olan rikâb-ı hümayun ve özengi ağaları denen ağaların reisidir. Böylece Divan-ı Hümayun toplantılarının teşrifatında çok önemli bir rolleri vardır. Yeniçeri ağası vezirlik rütbesi olursa Divan-ı Hümayun üyesi olarak toplantılara katılabilmekteydi. Yeniçeri ağasının arza çıkma yetkisi vardı. Eğer vezirlik rütbesi varsa divan üyeleri arasında arza iki kez çıkma imkanına sahip tek kişi oluyordu. Divan toplantılarında, ocağa ait işlerle ve İstanbul'un asayişi ile ilgili konularla ilgilenirdi.
DİVÂN-I HÜMÂYUNUN İŞLEVİ
Divân-ı Hümâyun, devlete ait siyasî, idarî, malî ve zamanla askerî işlerin görüşüldüğü, incelenerek karara bağlandığı devletin en yüksek mercidir.
Divân-ı Hümâyunda yetkiler şu şekilde temsil edilmektedir: Vezir-i âzamın, padişahın vekili olarak devletin egemenlik hakkını, kadıaskerlerin yargıyı, defterdarların maliyeyi, nişancının ise örfî hukuku temsil ettiğini görmekteyiz. Yine yürütme gücünün diğer temsilcileri kubbealtı vezirleri, Rumeli beylerbeyi, kaptan-ı derya ve yeniçeri ağasıdır. Devletin merkez örgütündeki ana bölümleri temsil eden en yetkili kişilerin toplandığı bir kurul olarak Divan-ı Hümayun, padişahın bütün yetkilerinin bir arada bulunduğu üstün bir organdır. Böyle bir gücü bünyesinde bulunduran Divan-ı Hümayun, devletin iç ve dış siyasetinin belirlendiği bir kuruldur.
Osmanlı tebaasının emniyet ve asayişini, yöneten ve yönetilen kesim arasında işlerin dengeli bir şekilde yürütülmesini , merkez ile taşra arasındaki ilişkilerde dengeleri bozmadan çalışmayı sağlamak Divan-ı Hümayun'un görevidir.
Devletin dış siyasetinin belirlenmesi ve dış ilişkilerin takibi; savaş ve barış şartlarının belirlenmesi divanın işidir.
Divân-ı Hümâyun aynı zamanda adlî ve idarî yüksek bir mahkemedir. Fertlerin divana yapılan müracaatlarını inceleme, hukukî anlaşmazlıkları çözüme kavuşturma, yargılamalar sonucu cezaların uygulanması ve infazı divanın görevleri arasındadır.
İktisadî-malî alanda oldukça geniş görevleri vardır. Devletin vergi politikasının belirlenmesi, mirî, vakıf ve mülk toprakların statülerinin belirlenip korunması, para politikasının belirlenmesi vb. birçok görev Divân-ı Hümâyunun işlevleri ve görevleri arasındadır..
DİVÂN-I HÜMÂYUNUN BÜROKRATİK YAPISI
Divân-ı Hümâyun'un bürokratik işlerini yürüten idarî bir teşkilatı vardı. Devletin merkez bürokrasisinin en üst kademesini oluşturan-nişancıdan başka- ve divan kalemleri de denen bu teşkilatın başında Reisü�l-Küttab (Katiplerin reisi) bulunmaktadır.
Reisü�l-küttab, Divan-ı Hümayun'da verilen kararları uygulamaya hazırlar. Bütün tevcih ve tayin beratları, hükümler, idari emirler katipler tarafından yazıldıktan sonra reisü�l-küttaba gösterilmektedir. Divan hükümlerinin ve beratların yazılmasında ilgililer onun dediğine itiraz edemezler.
Nişancıya bağlı olan reisü�l-küttab, çok önemli bir konumda bulunmasına rağmen Divan-ı Hümayun üyesi olamamıştır. Divan-ı Hümayun'un önemini kaybetmesi ve devlet işlerinin XVII. yy sonlarına doğru vezir-i âzam divanında görüşülmeye başlaması ile reisü�l-küttab ön plana çıkmış ve vezir-i âzamın baş yardımcısı durumuna gelmiştir. Reisü�l-küttab bundan sonra vezir-i âzam ile saray arasında yazışmaları düzenleyen kişi olmuştur.
Reisü�l-küttab görevlerini yerine getirmek için emrinde kalemler çalıştırırdı. Devlet işlerinin vezir-i âzam konağına taşınmadan önce beylikçi(divan), tahvil(kese veya nişan) ve ruus kalemi vardı, daha sonra ise bunlara âmedî kalemi de eklenmiştir.
Beylikçi Kalemi
Reisü�l-küttabın baş yardımcısı sayılır. Divan-ı Hümayun'daki diğer kalem katiplerinin üstünde bir konumdadır.
Divan kararlarını tutarlar ve divanda müzakere edilen evrakı gereken yerlere havale edip mühimme defterlerinin hem müsveddelerini hem de temizlerini hazırlarlar. Beylikçi kaleminde belgelerin yazdırılması ve işlemlerin takibinden sorumlu bir kisedâr bulunurdu. Bundan başka, katiplerin yazdıklarını kontrol edip düzeltmeler yapan mümeyyiz, yazılan emirlerin hukuka uygunluğunu inceleyen kanuncu ve herhangi bir konuda rapor hazırlayan ilâmcı adında üç şube müdürü vardı. Bu şubelerde de ihtiyaç oranlarında kâtipler çalışırdı.
Tahvil Kalemi
Yüksek rütbeli devlet memurlukları ile ilgili beratlar yazan kalemdir. Katiplerin başında tahvil kisedârı ve mümeyyiz bulunurdu.
Ruus Kalemi
Yüksek rütbeli olmayan devlet memurlarının tevcih beratlarını hazırlayan kalemdir.
Bunların dışında reisü�l-küttabın özel kalem müdürü olan Amedi Kalemi , devlet tarafından tutulması istenen vesikaları kaydeden Vak'anüvis , resmi toplantıların hazırlanmasıyla görevli protokol âmiri Teşrifatçı divandaki önemli meseleleri takip eden Divan Hocaları ve Tercümanlar da divan kalemleri arasında yer alırlar.
Sonuç olarak; Divan-ı Hümayun, başta kuruluş ve yükselme dönemlerinde olmak üzere bütün târihî seyri içinde, Osmanlı Devleti'nde merkezi bürokrasinin en yetkili kurumu olup Osmanlı idarî başarısının sembolü olmuştur. Ve devletin bütün kurumlarında Divan-ı Hümayunun yapısı örnek alınmıştır.
Osmanlı Devletinin devlet yönetiminde çok önemli bir yere sahip olan Divân-ı Hümâyunun dışında başka divanlar da vardı. Bunlar:
Divân-ı Asefî: Sadrazam başkanlığında toplandığı için bu adı alan divan, XVII. asırdan sonra önem kazandı. Sadrazam konağında ikindi namazından sonra toplandığı için "İkindi Divanı" diye de adlandırıldı. XVIII. asırda pazartesi ve perşembe günleri dışında hemen her gün toplanırdı.
Ayak Divânı: Çok önemli, acil veya olağanüstü hâller dolayısıyla, ya da padişahın huzurunda kurulan divandır. Meclis demek olan divanda padişahtan başka kimsenin oturmayıp ayakta durarak işin çabucak bir karara bağlanması bu adın verilmesine sebep olmuştur. Saraydaki ayak divanlarında padişahın oturmasına mahsus taht, Topkapı Sarayı'nın Bâbu's-Saâde adı verilen kapısının ön kısmında mermer sütunlara dayalı olarak revnak ve ayvanın altında kurulurdu. Padişahların yapmaya mecbur oldukları ayak divanı, mühim saydıkları bir iş veya şüphe ettikleri bir yolsuzluk sebebi ile ya da askerin isyanı veya halkın şikâyeti üzerine kurulurdu. Bundan başka, padişahların gittikleri bir yerde herhangi bir meselenin araştırılması için ayak divanı yaptıkları da görülür. Kanunî Sultan Süleyman'ın, bir Rum mimarı ile baş gösteren su ihtiyacını görüşmek için yaptığı ayak divanı ve IV. Sultan Murat'ın Kapıkulu askerlerinin isyanı üzerine yapılan divanlar, burada örnek olarak zikredilebilir. Sadrazamlar da ayak divanı oluşturulardı.. Fakat bu genellikle savaş zamanında ordugahta olurdu. Ordu erkânı ile Ocak zabitlerinin iştirak ettikleri divanda, ayak üzerinde görüşmeler yapılır ve süratle karara bağlanırdı.
Galebe Divânı: Yabancı devlet elçilerinin kabulü dolayısıyla yapılan divanlara "Galebe Divanı" adı verilir. Galebe divanı, özellikle yabancı elçilere karşı bir gösteri mahiyeti taşıdığından, ötekilerden farklı ve biraz daha debdebeli ve gösterişli olurdu.
Sefer Divânı: Vezir-i âzam sefere çıkarken toplanan divandır.
Ulûfe Divânı: Yeniçeri maaşları(ulûfe) için toplanan divandır.
At Divânı: Sefer sırasında at üzerinde yapılan toplantılardır.
Görüldüğü gibi, İslâm devlet teşkilâtları içinde, Hz. Ömer'den başlamak sûretiyle önemli ve faal bir rol oynayan divanlar, zamana ve ihtiyaca göre değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Sonuç olarak; divan teşkilatının başarılı bir şekilde uygulanması Osmanlı Devletinin her yönden gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır.
0 yorum:
Yorum Gönder